Belki de ilk kez, ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bilmeden klavyenin başındayım. Bir tarafım “yaz” diyor, diğer tarafım “hangi birisini” diyor. Ben içimdeki enkazı yazmak istiyorum. Nasıl yazacağımı bilemiyorum tek sorunum bu.  Ailelerini, yakınlarını, sevdiklerini kaybedenleri izliyorum. “Seni sorsunlar benden seni bir tek ben anlarım” diyor ya şarkı. Kaybetmeyi çocukken öğrenerek büyümüşüm…
Bir yaşında babasını, 19 yaşında annesini kaybeden biri olarak ve hep bu yaşına kadar da;
anneler günü,
babalar günü,
bayramlar, 
yılbaşları,
doğum günleri,
başarıları,
yıkılmışlıkları,
yalnızlıkları,
kalabalık mutlulukları,
neşeleri,
hüzünleri,
sarhoşlukları,
çocuklarının dünyaya gelmesi,
büyümeleri…
kısacası hayatımın hemen hemen her anında hissedilen o eksikliği bilirim. Ne yazık ki… Çekilmiş bir diş kavuğu boşluğunu kalbin bir köşesinde hissetmek. Her şeyi unutabiliyor insan ama kaybettiklerini asla… İşte bu ruh haliyle uzun ama çok uzun zamandır “kaybedenler kulübü” üyesi olarak gözyaşlarıyla izliyorum kayıpları, acıları, hüzünleri, en önemlisi de çaresizlikleri…
*
Deprem gecesi, depremden 4 saat önce eve girmiştim. 2 günlük Kazdağları seyahatinden dönüşümde bir kez daha ülkemin doğasına, şehirlerine, doğal güzelliklerine, havasına, suyuna aşık biri olarak huzur içinde uykuya dalmıştım. Uykunun kabusa dönmesi çok sürmedi, 6 Şubat Pazartesi sabahına deprem haberleriyle kalktık ki o an başlayan süreçte, “nasılsın” diyene “iyiyim” demeye utanır hale geldik. İstanbul’da evimizde otururken zaman durdu ama enkaz altından 6-7 saatte çıkartılanları izlerken o zamanın nasıl geçtiğine empati bile yapamaz hale geldik. Her şeyi unuturum belki ama bir kadının söylediklerini asla unutamam. “Ailemden herkesi kaybettim. Ben kurtuldum. Peki sizce de kurtuldum mu? Yaşayan bir ölüyüm ben. Ölen gitti kurtuldu, ben acılarımla çaresizliğimle kalakaldım. Ben sizce yaşıyor muyum?”
Yutkunulacak, unutulacak sözler değil bunlar. Elimizden geldikçe yardım etmeye, bir yerlere ulaşıp küçük de olsa çare olmaya ulaşıyoruz. Ama olayın büyüklüğüne bakınca yaptığımızın ne kadar küçük olduğunu anlıyoruz. “Evde kal Türkiye”den “Evde kalma Türkiye”ye, “Hayat Eve Sığar”dan “Hayatların evde yokolduğu” günleri gördük. 188. Saat, 250. Saatin ne anlama geldiğini kaç gün ettiğini, enkaz başındaki dramı ekran başında hissetmeye çalıştık. Televizyonu açsak acıdan, kapatsak vicdan azabından duramaz hale geldik.
*
Şimdi bu içimizdeki enkazla “normale” mi döneceğiz? Bu enkaz kalkar mı? Bu göçüğün altında böyle “hayat devam ediyor” denebilir mi?... Vicdansızlar yapmış yapacağını asıl şimdi vicdan sızlar… “Başımız sağolsun” diyemiyorum, “geçmiş olsun” diyemiyorum. Başımızın sağ olması da; geçmiş olması da pek kolay kolay mümkün değil çünkü.